Ailemle uzun yıllar evden eve taşındık. Annem için taşınmak
hep zor ve yorucuydu, taşındığımız çoğu evi de mutfağı küçük diye, rutubetli
diye, karanlık diye, bahçesi yok diye bir sürü neden bulup sevmezdi. Hep bir
evi olsun isterdi ve kırk yılın sonunda bir evi oldu çok şükür. Onun çocuk
kadar şen halini görüp hepimiz çok mutlu olduk. Güzel, keyifli, muhabbetli
günler yaşarlar o evde de umarım. Mutluluğu hep geleceğe bırakıyor oluşumuz canımı
sıksa da neyseki annem o gelen güzel günleri görebildi. Çünkü bazen insanlar o
gelecek güzel günleri göremeden göçüp gidebiliyor…
Bense yaşadığımız her evi genelde sevdim. Evlerin de
insanlar gibi anlatacağı hikayeler oluyor çünkü. Bahçesinin ortasında, iki katlı
evimizin yüksekliğinde, büyük can eriğimizin olduğu ev mesela hala rüyalarımı
süsler. O canım ev hala ayakta duruyor, yıkıp yerine o çirkin fransız balkonlu,
cephe kaplamalı, küçük kutu kutu daireli apartımanlardan yapmadılar neyseki.
Satın alanlara bunun için şükran duyuyorum her geçtiğimde bulunduğu sokaktan.
Yani gördükçe mutlu olabilir, varlığına şükran duyabilir ve Ratatouille
filmindeki gibi bir pencere boşluğuyla sizi çocukluğunuza ışınlayabilir yaşadığınız
eski ev…
Bu iki katlı ev; Ömer Seyfettin’in, Sait Faik’in öykülerinden,
18.yy sonu 19.yy başı ressamlarının ve gezginlerinin resim ve gravürlerinden, Ara Güler’in eski İstanbul
fotoğraflarından aşına olduğumuz klasik bir Türk eviydi. Tabi bunu üniversite
eğitimimde öğrendiğim Türk evi tiplerini görünce farketmiştim. Hacı ev sahibemiz, paramızın yettiği alt katını kiralamıştı sadece bize. Üst katta kaçamak maceralarımız, akşam üzerleri pencerelerinde çekirdek çitlemelerimiz de olmadı değil buna rağmen.
Alt kat üst
kattan daha yüksek ve yığma taştı, haliyle duvar kalınlığı 50-70 cm
arasındaydı. O pencere boşluklarında yaşadım ve büyüdüm diyebilirim; orda yer,
orda evcilik oynar ve sokağı seyrederdim…Tabi bunları hayal meyal hatırlıyorum.
Kapıdan girince geniş bir hayat-sofaya girersiniz ve tüm odalar bu hayata
açılır. Hayatta hayat vardır çünkü, her şey orada yapılırdı. Annem o dönem orada
dikiş diker, mahalleli teyzeler ablalar provaya gelirdi. Yemek de orda yenirdi
heralde, oyun da orda oynanırdı. Giriş kapısının karşısında bahçe kapısı vardı,
hemen dibinde de mutfak sanırım. Mutfak kot olarak biraz aşağıdaydı, bir iki
basamakla iniliyor diye hatırlıyorum. Hayatın zemini taşlı betondu ama diğer
odalar, yarım dönen merdiven ve dış kaplaması ahşaptı evin. Aslında bir gün
kapısını çalıp, kendimi tanıtıp, kahve bahanesiyle evi kolaçan etmeyi
düşünüyorum. Bir yandan da hayalimdeki büyülü evi korumak da…
Eskiden bahçede ve sokakta çok vakit geçirilirdi. O erik
ağacının altı betondu, temiz olsun diye o zaman da beton dökerlerdi bahçelerine
insanlar, bu zamanda. Bu zamanda temizlik konusunda daha hassasız sanıyorum ki
sağımız solumuz hep beton. Beton kısmın çevresinde yağ tenekelerinde güzel
ortancalarımız vardı, o dönem annem çiçek bakımını severdi, bu sıralar babam. O
ortancalar böyle kocaman rengarenkti, bayılırım ortancalara. Ve o erik,
kocamandı, ev boyundaydı. Ortanca ablam eriğin tepesindeydi bir gün. Büyük
ablam pek ağaçlara tırmanmazdı, ben küçük olduğumdan aman düşerim kafamı gözümü
yararım diye tırmandırılmazdım. Oysaki ben de kafamı gözümü yarmayı, alçılarıma
resimler çizilmesini düşlerdim. Ama ortanca ablam tam bir bitirimdi. O koca
ağacın en üst dallarına kadar tırmanır, bütün her yerlerini erikle doldurur
inerdi. Yine öyle bir gündü; ben içerideydim sanırım, gürültüye koşmuştum
bahçeye çünkü. Nedense kötü korkunçlu anılar da güzelleri kadar hafızada yer
bulabiliyor kendine. Annemin kirece çalmış yüzünü ve ablamın koca bir erik
dolusu dalla betonda yan yatışını hayal meyal hatırlıyorum. Annem hem korkmuştu
hem kızmıştı, ablam adrenalini hep sever pek söz dinlemezdi. Haliyle korkunun
sıcaklığıyla bir anne terliği yemişti sonrasında sanıyorum. Ablamı Allah
korumuştu ve bir şey olmamıştı, sol yanındaki çizik ve morluklar dışında. Ama
bizim onlarca sulu can eriğimiz olmuştu…
Erik ağaçlarını herkes sever, bahçelerine, yol kenarlarına
diker herkes doya doya yesin nasiplensin diye. Dünyada da 2000’den fazla çeşiti
varmış zaten, sevildiği ordan da belli. Biz heralde 8-10 çeşitini bulup
yiyebiliyoruz. Ama ülkemizde de 200’e yakın çeşiti yetiştiriliyormuş. Bir gün o
diğer 190 çeşitin de tatına bakabiliriz umarım. İstanbul’a taşındığımda park ve
bahçelere dikilmiş bodur kara kırmızı Japon erikleri-süs eriği de
diyorlar-görünce çok mutlu olmuştum. Hele kucak dolusu toplayıp yiyince daha da…
İçinde japon sözcüğü geçen herşeyleri oldum olası sevmişimdir zaten. Japon
eriği, japon feneri, japon filmleri, japon mutfağı, japon yapıştırıcısı, japon
masalları, japone kol, japon çizgi filmleri-animeleri, japon kağıdı, japon gülleri…
Başka bir evimizde de yine büyük yaşlı bir eriğe kendi
çabamla ağaç ev inşaa etmeye çalışmıştım mesela. Pazar gündüz sinemasında
izlediğimiz Hollywood yapımı macera filmlerinde her çocuk kendine ağaç ever
yapardı ve kendi cumhuriyetini kurardı orda. Pazar gündüz sinemaları, bizim çocukluğumuzun
ilham perileriydi. Tabi benim ev gövdeden dalların dağıldığı minik çukura
yerleştirilen bir iki tahta parçasının üzerindeki eski çiçekli bir minderden
oluşuyordu ama olsundu. Benim de güzel minik bir ağaç evim olmuştu. Şimdiki çocuklar
pek sokakta oynayamıyor; bahçeleri, kilim atılacak kapı önleri bile yok ki ağaç
evleri olsun ne yazık ki. Bir de görmeyince yokluklarına üzülemiyorlar da.
Onlar çalışma odalarındaki dönen rahat sandalyelerinde savaş oyunları oynamayı
ya da süslenip makyaj vidyoları çekmeyi seviyorlar bu zamanda… Sonra biz
büyükler de çocukluklarımızı yad edip ah vah diyoruz, onlar da yaşadıkları
zamanın teknolojik oyuncaklarıyla oynamaktan keyif alıyor…
Hayat böyle akıp gidiyor, kaseti başa sara sara. Erik
dalları da hep gevrek oluyor çubuk kraker gibi…
Dikkat etmekte fayda var;)
Türk Evleri ve Sokak, Leonardo De Mango (1843-1930)
Not: Yine aynı evde geçen, bir de Ediz Hun Ahmet abi öyküm var. Belki bir gün yazarım. Bakalım kısmet ne zamana;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder