20 Şubat 2021 Cumartesi

Dinlemek üzerine…

 

Dünyaya geldiğimizde hatta annemizin karnında minik bir fasülye tanesiyken ilk dinlediğimiz şey denizin altında duyduğumuz sesler gibi kısılmış ve yumuşatılmış seslerdir. Bilim insanları, biz 9 haftalık bir fasülyeyken önce başımızın iki yanında kulak çıkıntılarımızın oluştuğunu , 18 haftalıkken o minik çıkıntılarla duymaya başladığımızı, 24 haftadan sonra ise sesleri iyiden iyiye duyup tepkiler vermeye başladığımızı araştırmaları sonunda öğrendi ve bizlere anlattı. Bunu öğrenen ebeveynler, minik fasülyeleri içlerinde büyüyorken masallar-ninniler anlatmayı, müzikler dinletmeyi, ağaçları, kuşları, kedileri, köpekleri sevmeyi öğretmeyi ihmal etmedi. Minik fasülyeler kabına sığamayıp kucakları doldurduğunda da uzun bir süre dinlemeye ve izlemeye devam eder. Çünkü dinlemek hayatta kalma içgüdülerimizin en kıymetlilerinden biridir. Sonra büyüdükçe biz de anlatmak ve kendimizi dinletmek isteriz. Dinlediklerimiz kabımızdan taşar; bazen çok neşeli şeyler taşar o kaptan bazen de hüzünlü şeyler. Dinlediğimiz şeylerin, bizi dinleyenlerin ve kulaklarımızın kıymetini de büyüyüp serpildikçe anlarız.

İlk insanlar hayatta kalma içgüdüleriyle önce doğayı dinlemeyi öğrendi. Doğanın anlattıklarını öğrenip sonraki nesillere de aktardı. Çünkü birlikte yaşadığımız her ne ise onu dinleyip anlamalı ve bu ortak yaşamı saygıyla devam ettirmeliydik.Uzun bin yıllar bu böyle sürüp gitti. Sözün uçtuğu, yazının baki kaldığı antik çağlarda doğadan biraz uzaklaşılıp güzel şehirler kuruldu. Çok dinleyen adamlar kabından taşanlar için bu şehirlerde okullar açtı. Bir ormandaki ağaçlı yollarda yürüyormuş hissini yaşamaya devam edebilmek için büyük mermer sütunlu caddeler inşaa ettiler. Bu okullarda anlattıkları şeyler yıldızlar, hava, su, toprak ve bunlara minnetten başka bir şey değildi. Zamanla dinleyecek daha kıymetli şeyler bulundu, baş öğretmen doğa emekliye ayrıldı gibi oldu. Bin yıllar, yüzlerce medeniyet bu gök kubbeye bir hoş sada ve dünyanın toprağına bir katman daha ekledi. Bugünü yaşayan bizler de bazen kulak kesilerek bazen de kulak arkası ederek yaşamaya devam ediyoruz.

Bebeklikten kalan alışkanlığımızdan dolayı genel olarak dinlemeyi seviyoruz. Bir kahve köşesinde oturup etrafını dinleyerek güzel kitaplar, şiirler yazan yazarları okumayı seviyoruz. Hayatı dinleyerek bir hikaye yazan ve filme çeken yönetmenlerin filmlerini izlemeyi seviyoruz. Çocukların, kuşların, rüzgarın, karın, dalgaların, kurbağaların, ağaçların seslerine kulak vermeyi de seviyoruz. Arkadaşlarımızın, sevdiklerimizin mutluluklarını, heyecanlarını, dertlerini dinlemeyi, yemek yaparken mutfakta çalan radyodan yükselen nağmeleri dinlemeyi de seviyoruz. Dinlemeyi bu kadar seviyorken bazen dinlemeyi bırakıyor dinletmeyi sevmeye başlıyoruz. Bu bazen bana tuhaf geliyor, birilerine kendimizi dinletmek için sesimizi yükseltmemiz hatta korkutarak karşımızdakini susturuyor oluşumuz. Thoreau, insanların yaşlandıkça dinlemeyi bırakıp anlatmayı ve kendilerini dinletmeyi sevdiğini yazmıştı. Ya da bir insan: “Artık ben oldum!” dediğinde yeni şeyler dinlemeye kulaklarını tıkayabiliyor. Nilay Örnek’in Nasıl Olunur? Podcast serisini keyifle dinlerken farkettim de dinlemeye açık insanlar  yakınlarına, çevrelerine, doğaya ve hayatı paylaştıkları her şeye daha kıymet veriyor. Kimse de öyle kolay ben oldum diyemiyor…Hem zaten ortalama 70 yıllık insan ömründe olabilmek nasıl mümkün oluyor?

Güzelce ve sakince dinlemenin kıymetini tekrar bileceğimiz güzel günlere…

 

 


NOT: Fotoğraftaki oldukça yaşlı bir Keçiboynuzu-Harnup ağacı (Ceratonia Siliqua)’dır.

7 Şubat 2021 Pazar

İsimler üzerine…

 

Bugün güneşli bir Pazar günü, tam da adını aldığı zamanlara yakışır bir hava hem de. İngilizce derslerinde haftanın Sunday yani Pazar ile başlamasına alışmak herkes için zaman almıştır sanırım. Haftanın son günü aslında bir zamanlar ilk günüydü. Latincede, İngilizcede ve bir çok dilde Güneş Günü olarak geçiyor bugün. Pazartesi günü de Monday yani Ay Günü mesela. Haftanın diğer günleri ise mitolojide önemli yeri olan tanrıça ve tanrılara adanmış. Zamanın birinde biri “ Bu günlere isim verelim de karışmasın.” dediğinde akla ilk dünyanın hayat kaynağı olan Güneş ve Ay, sonra da minnet duydukları tanrıça ve tanrılarının gelmesi ne kadar anlamlı değil mi? Şimdi bir de medeniyetin yüzünün bizden tarafına bakılım. Haftanın ilk günü Pazar, Bazaar yani çarşı-pazardan geliyor. Ticaret, islam camiası için güneşten ve aydan önce geliyormuş demek ki ve sonraki günleri de çok da düşünmeden Pazar ertesi, ikinci gün, üçüncü gün diye isimlendirivermişler. Neyseki bizim tarafta, doğayla ilgili her şeylerden ve diğer her şeylerden tek tanrı sorumlu da minnet duyarken kafamız karışmıyor.

Coğrafi keşiflerin başlaması ve insanların daha da medenileşmesi ve bireyselleşmesiyle hep bana dönemi başlamış. Bu kaşifler, yollarına çıkan ve ilkel-barbar olarak gördükleri  büyük medeniyetler kurmuş insan topluluklarını yok ederek ya da kendilerine benzeterek dünyanın her bir köşesine mediniyeti götürmüşler ve  o bölgeleri kendi verdikleri isimlerle onurlandırmışlardır. En büyük coğrafi keşif olarak tarih kitaplarının ve dünya haritasının baş köşesine kurulan Amerika Kıtası, orayı bulan italyan kaşif  Amerigo Vespucci’nin adını almıştır. İlk icat edilenlere, tadılan tropik yiyeceklere, girilen sulara, çıkılan dağlara kaşiflerinin adlarının verilmesi günümüzde de köylere, sokaklara, yaşadığımız apartmanlara, okullara, hastanelere önemli insanların adlarının verilmesi gibi bir geleneğe dönüşmüştür. Bir şeylere isim vererek ismi verileni ölümsüzleştirdiğimizin, onurlandırdığımızın yanı sıra o şeye aitlik kazandırarak, diğer bir şeyden ayırt ederek ve tanıdıklaştırarak hayatımızı kolaylaştırdığımız da bir gerçektir.

Kitaplarda bazı gezginler, kızılderililerin başlarda isimlerinin olmadığını, o isimleri hak ederek elde ettiğini yazmıştır. Aborjinler’in de yeteneklerine, becerilerine göre isimler aldıklarını okumuşsunuzdur. Yani bir çok medeniyette isim olayı mana ve çaba gerektiren önemli bir olay. Günümüze gelince birkaç kuşak eskiye gidersek ilk sırayı ölmüş büyüklerin isimlerini vermek alırdı. Zamanla bu gelenek ikinci isme, göbek isme ordan da ölmüş büyüklerimizle birlikte tarih olarak yitirildi. İkinci sırada göreceli de olsa verilecek isimlerin dini kitabımızda yer bulup bulmadığı önemliydi. Şimdilerde ise yeni doğmuş bir bebeğe isim verirken dönemin popüler insanlarına; şarkıcılarına, dizi karakterlerine, futbolcularına, siyasetçilerine bakar olduk. Bu şekilde artık değer verdiğimiz şeylerin değişimini isim verme-alma ilişkimizle de gözlemleyebiliyoruz. Mesela çiçeklere değer verilen zamanları; kız çocuklarının isimlerinde, sokak ve apartman isimlerinde hala görüyor olmaktan mutlu oluyorum.

Geçen yıl okuduğum, mitolojik bilgilerle kurgulanmış şahane kitapta, çocuklara isimlerini yaşadıkları yerin en önemli kişisi yani baş büyücüsü ya da şifacısı-cadısı veriyordu. İsim alma-verme olayı düzenlenen güzel bir şölenle, bireyin ailesine ve toplumsal çevresine bir çok yeteneğini sergileme imkanını bulduğu 13 yaşında gerçekleşiyordu. Kendi ismimi örnek verirsem, aileye doğan üçüncü kız çocuğu olarak artık son olsun diye neredeyse Songül ismini alıyormuşum. Songül ismi ülkemizde çok yaygın bir isim ve hikayesi aslında tam da böyle. Gerçi Yeter, Satılmış, Döndü, Hanım, Kadın gibi yine hüzünlü hikayeler anlatan bir çok yaygın güzide ismimiz de mevcuttur. İsimler ve soy isimleri konusu çok ilgi çekicidir. Soy kütüğü verilerinin bir kısmı paylaşıldığında genelde insanlar nereden geldiklerine bakmıştır ama benim ilgimi ne gibi isimler olduğu çekmişti. Mesela eşimin ailesinin soy kütüğünde, Gökoğlan diye bir isim vardı. Bu ismi gök mavisi gözlerinden almış olduğunu düşünüp mutlu olmuştum. Gökoğlan, Aykız neden tarih oldu acaba oysaki ne kadar güzel isimlermiş değil mi? Velhasıl isim olayı önemli bir konu. Biz ki bir isim sayesinde ilk tanışma esnasında şıp diye sempati duyabilen bazen de tam aksine antipatik yaklaşabilen  bir kültürden geliyoruz. Hatta bazen ilk tanıştığımız insana isminden önce “Memleket nere?” diye soruyoruz. O memleketle, çok sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz bir insan özdeşleşmişse karşımızdakinin vay haline. Geçenlerde Thoreau’nun şu satırlarını okuduğumda bu yazının ilk tohumları atılmış oldu sanıyorum.

“…tanıdık gelen bir isim birini benim açımdan daha az yabancı kılmaz.”

Öyle mi gerçekten?

 


NOT: Bahsi geçen kitaplar Ursula K.Le Guin-Yerdeniz ve Henry David Thoreau-Yürümek’idi.