Yaz tatillerinde köye gitmeyi iple çekerdik…O neslin
sondan ikinci neferleriyiz sanırım şimdi düşününce. Köy demek türlü plansız
etkinlik ve ananelerimizle (anneanne kelimesini anane şeklinde yazmayı ve söylemeyi seviyorum;), babannelerimizle ve
dedelerimizle en en kalitelisinden vakit geçirmek demekti. Sıkılmaya hiç
vakti olmamış o nesille, günler geçirmenin kıymetini şimdilerde daha iyi
anlıyorum. Bizleri erken bıraktıkları ve büyüdükçe bizim de onlara yeterince vakit
ayırmadığımız için içimdeki burukluk yıllar oldu geçmedi.
Evde en erken ananem kalkardı, ondan sonra da ben.
Önce hayattaki kerpiç ocağı yakardı. Hayata açılan üç oda ve en dipte bir kilerleri
vardı kerpiç evlerinin. Evi dedemin babası yapmış, ama kerpiç evler hep çamurlu
sıcak el istermiş üzerinde ve ılık bir nefes. Buna benzer bir cümleyi sevgili
Cengiz Bektaş’ın bir kitabında okuyup çok etkilenmiştim, nurlar içinde
uyusunlar hepsiciği...
Sık sık hatırlıyorum; hatırlamak, yazmak unutmamak
için en güzel ilaç. Unutunca gerçekten kayboluyorlar... Biz son zamanlarda çok
unutuyoruz. Hayat öyle hızlı akıyor ki, ona yetişmek için biz de hızla
koşuyoruz. Şöyle durup ince şeyleri anlamaya, farketmeye kimsenin vakti olmuyor-du. Alice Harikalar Diyarı’ndaki tavşan gibiydik hepimiz… Sonra bilim
kurgu filmlerinde, netflix dizilerinde olan bir şey oldu. Tüm dünyanın dönüş
hızını ve biz insanların da koşma hızını allak bullak eden bir şey. Önce
anlamadık, inkar ettik, inanmak istemedik ama gerçekti...
Merhaba Covid-19…
Covid-19 şimdilik hayatımızdan birkaç ayı ve en önemlisi
de çocuklarımızın hayatlarından henüz yaşayamadıkları güzel anılarını alıp
gitti. Hayatta bizim kurduğumuz güçlü-zayıf dengesi dışındaki gerçek dengeyi
hatırladık bu vesileyle. Hala inamasam da, evet gerçek ve bizler de bu filmin
içindeyiz…
Köydeki bir günümü hatırlamaya çalışayım şimdi.
Ananem uyanır, ocağı yakar üfleyerek, öksürtür duman. Ama dedem yıllarca tütün
sardığından, kronik öksürük ciğerlerindedir zaten. Çaydanlığa da çay suyunu
koymayı ihmal etmez. Ama önce suyu kuyudan, bakırla ipinden sarkıtıp yukarı
çekmesi ve yüklükteki suyun durduğu rafa getirmesi gerekir. Öksürüğünü duyar
ben uyanırım önce, biraz ocağın yanında yerdeki minderlerde oturur, onu
seyreder, kedi gibi gerinirim. Sonra " Hadi bir koşu çulluktan yumurtaları al gel!"
der bana. Kapıdaki büyük terlikleri ayaklarıma geçirip evin tahta avlu
kapısının telini kaldırıp üst avluya çıkarım, tavuklar ve çulluk oradadır.
Şimdi hatırlamaya çalışırken sesler ve kokular içime doluyor…Evdeki kafa sayısı
kadar ılık yumurtayı kazağımın eteklerine doldurur dikkatle geri dönerim.
Yumurtalar haşlanır, çay demlenir, telekten çay bardakları indiririlir,
kilerden peynir-zeytin, bostandan domates, biber, salatalık koparılır ve yer
sofrasında büyükçe bir emayenin içine doğranır. Sofranın etrafında hepimiz
diz dize oturur, çay kaşığı sesleri eşliğinde çatallarımızı domateslere,
salatalıklara ve kaçan zeytinlere saplardık. Mutluluğun türlü resmi yapıldı, bu
da annemin bağdaş kurmuş bacakları arasına sığdığım yaşlarda yaptığım benim
mutluluk resmim…
Sofra el birliğiyle toplanıp, serilen yataklara sıra
gelirdi. Yatak toplamak büyüklerin işiydi çünkü yün yorganlar ve şilteler hafif
sikletlere göre değildi. Ne zaman büyüdüğümü hatırlıyorum; bir gün tek başıma yataklarımızı
toplayıp yorganları üst üste yüklüğe dizebildiğim gündü o gün… Sonra avluya çıkılırdı.
Sabah güneşiyle güzelce ısınılır, bir yandan da evin önündeki toprakta çıkan
otlar ve sardunyaların, ortancaların kurumuş yaprakları temizlenirdi. Ama
bahçeye çıkmadan ekmek hamuru da karılır ve üzeri sofra beziyle örtülürdü. Bostana
doğru küçük bir yürüyüş, yemeklik birşeyler toplama... Ananem topladığı her şeyi
feracesinin arkasını sırtına bohça eder taşırdı. Dönüşte de bahçedeki toprak
fırın için kurumuş dallar toplanırdı. Böylece öğleni ederdik...
Ben küçükken, dedemlerin pek hayvanı kalmamıştı;
satıp 5 çocuğunu evlendirmiş, paralarıyla da oğlanlara ev bile yapmışlardı.
Birkaç inekleri vardı, kendilerine süt ve peynir yapacak kadar. Kızları sağma,
ardından da meraya götürme zamanı gelmiştir. Bu zamanlamadan pek emin değilim,
dediğim gibi bu kısımları kaçırmıştım. Ama meraya doğru olan taşlı yoldaki
yürüyüşleri ve çeşme yalağını ve inek toynak izleriyle derinleşip iribaşlara
bebe havuzu olmuş sarı su birikintilerini hatırlıyorum. Kızlara çeşmede su
molası verir, merada bırakır eve döner, akşamüzeri de gelir alırdık. Biz
büyüdükçe kuzenlerle halleder olduk bu işi. Dedem de tüm köylü erkekler gibi
cami dibindeki kahvede otururdu sanırım tarlada işlerini hallettikten sonra. Hakkını yemiyim, dedem
çalışkan bir insanmış, evdeki tüm tahta kaşıkları kendi oymuş ve hatırlayamadığım bir sürü şeyi mesela.
Hatıralarımı Pan’ın labirentine çevirmeden edebi
anlatımıma geri döneyim:) Toprak fırın evin dibindedir, büyük
odanın camının altında yine kerpiçten bir seki vardır. Ananem öğlenleri bazen
orada, bazen asmanın altında, bazen de kapının iki basamaklı merdiveninde
oturur birşeyler yamar ya da örürdü. Evin çeşitli yerlerinde minik yün
yumakları, iğnedanlıklarda rengarenk ipli iğneler dururdu hep. Eski kıyafetleri
de ya el bezi yapar ya da en sevdiğim minik kilimlere, paspaslara dönüştürürdü.
Onları incelemeyi çok severdim, bir iki sıra minik çiçekli basma, devamında çizgili,
peşine yeşil dallı allı morlu kumaş şeritlerini ince bir iple birbirine dikerek
yaptığı kilimleri. Ya dilimlenmiş pasta görünümlü yuvarlak paspaslarına ne
demeli. Ağır bir gün gibi geçse de anlatımımdan, günler, yıllar su gibi akıp geçti…
Ekmekler puf puf kabardı, fırın yakıldı, korlar bir tarafa yığıldı, bir yandan
tepsiye aksamın yemeği de yapılıp dizi dizi ekmeklerin yanında yerini aldı ve fırının
18 litrelik ayçiçek yağı tenekesinden yapılmış kapağı kapandı. Bu sırada belki
çocuklar ikindi altı şekerlemesine yatırılmıştı ince bir çarşafın altında. Ve
büyük odanın ortasında yer sofrası yeniden kuruldu, ortadaki emayede bu sefer
serin bir cacıkla fırından çıkmış yemek tepsisi yerini aldı. Sofra kurulmadan
ineklerin meradan döndüğünü ve karınlarının doyup uykuya çekildiklerini
unutmuşum. Sonra hayattaki ocağın çevresinde yer minderlerine dizilip sohbete
oturulurdu. Sohbetler gündelik konular olurdu; doğuracak hayvanlar, ekilecek
bostanlar, biçilecek ekinler, evlenecek çocuklar, göçüp giden büyükler üzerine.
Hatırlıyorum da hayattan, gökteki yüzlerce pırıltılı dev yıldızı seyreder, tepedeki ağaçların arasında
ışıldayan canavar gözleri görür kendi kendimi korkutup annemin arkasına
gömerdim başımı, çocukluk işte…Ve ocağın ateşi azalır, sırtlara hırkalar alınır,
yataklar yeniden serilir ve sıcak uykulara dalınırdı. İşmiş, sigortaymış,
çocukların kolejiymiş, evin kirasıymış, bebeğin bakıcısının maaşıymış, haftasonu avm gezmeleriymiş gibi
dertlerimiz yokken, bir gün tam da böyle geçermiş. Evvel zaman içinde kalbur saman
içinde değil hem de yaklaşık 50-60 yıl
önce hayatlarımız böyleymiş. Zamanın ve teknolojinin, sanayinin ve beraberinde
bir sürü şeyin ilerlemesi kaçınılmazdı elbet ama onları yakalamak için koşarken
biz, birçok şeyimizi kaybettik, unuttuk ve kaçırdık ne yazık ki…
Geleceğimizi pek de parlatamadığımız bu günlerde,
nostaljinin yumuşak kollarına düşmeyelim de ne yapalım. Bırakınız gelsin tatlı
anılarınız, hatta yerde bağdaş kurup oturun ve anlatın birbirinize geçmiş güzel
günleri can sıkıntınıza inat. Ve dua etmeyi unutmadan, daha da
kayıp vermeden ve büyüklerimiz çocuklarımızın tatlı anılarının baş kahramanları
olabilsinler diye…Amin.
Sağlıcakla…
Fotoğraf: Ananemlerin evi...