23 Mart 2021 Salı

Organiklik üzerine…

Bilim insanları yaptıkları jeolojik çalışmalarla Dünya’daki hayatın yaklaşık 4,1 milyar yıl önce başladığını söylüyor. O zamandan bu yana milyarlarca canlı yaşamış. Hatta soyu tükenenler olmuş ve olmakta. Defalarca hem doğal yolla hem de dünyanın hakimi insanoğlu tarafından küçük kıyametler kopmuş ve kopmakta. Biz şu sıralar kaçıncı minik kıyametin eşiğindeyiz tam olarak bilemesek de koca dünyada sadece minik bir organik madde olduğumuzu bilebiliriz. Organik madde,insan, hayvan ve bitki türlerini var eden her şey demek. Biz göçüp gittikten sonra da toprağa karışarak yeni organik bileşikler oluşturan basit birer organizmayız aslında. Gezegende yaşayan 7,8 milyardan fazla insanın hayatta kalması, biyosfer ve doğal kaynaklara bağlıyken; bu kaynakları hunharca sömürüyoruz. Bunca badireler atlatan gezegenimizden ümidi kolayca kesmiş görünüyoruz. Yoksa tonlarca doğal kaynağı tüketip paralar dökerek başka gezegenlerde organik madde arayışlarına girmenin ne anlamı olabilir ki? Gerçi insanlık tarihine bakınca bu tip uğraşların bile ülkelerin ve ülke idarecilerinin birbirleri arasındaki sidik yarışına malzeme olduğunu fark etmek çok zor değil.

Kendi organikliğimizi bir yana bırakırsak ki çoktan bıraktık zaten. Şimdilerde her şeyin başına organik kelimesini ekleyerek değer katma girişimindeyiz. Önce bu organikliği kaybedip sonra da tekrar çıkararak daha mutlu ve sağlıklı, hatta uzun ömürlü olma niyetindeyiz. Bir yandan düşüncesizce sentetikleşiyorken; tekrar organikliğimizin değerini bilir ve gerçekten sahip çıkarız diye umuyorum. Biz yoksak canlılık da yok! Henüz yaşayan başka bir gezegen de bulabilmiş değiliz!

Okuduğum bir yazıda, şehir surlarının dibine şehir bostanları kurulmasının nedeninin o bölgelerin; organik madde bakımından zengin  olması ve verimliliğinden faydalanmak için tercih edildiği anlatılıyordu. Gördüğüm örnekler, bunu destekler nitelikteydi. Örneğin; İstanbul’un Yedikule Bostanları’ndan ve Diyarbakır’ın Hevsel Bahçeleri’nden hayat fışkırıyor. Yüzyıllarca şehirlerin savunma yapısı olarak kullandığı şehir surlarının diplerinde savaşlar yapılıp az mı kan dökülmemiş, çadırlar kurulup hayvan otlatılmamış sonuçta. Dağlarımızı pötibör bisküvi gibi ufalayıp inorganik betonlarla inşaa ettiğimiz evlerimizin hafriyat artığı minik bahçelerinde, minik bir bahçeye sahip olacak kadar şanslıysak yani; sur dibi yeşilliği için çabalamamız nafile değil de nedir? Bilim insanları gezegenin büyük bir kısmını verimsiz bahçeye dönüştürdüğümüzü bas bas bağırıyorken; biz ise pötibör dağlarımızı ve su kaynaklarımızı renkli plastik pipetlerle düşüncesizce hüpletmeye devam ediyoruz. Organik gerçekliğimiz tam da böyle, değil mi?

Şimdilerde İstanbul’da kalan nadir yeşil alanlar mezarlıklarmış. Bir zaman sonra tüm yakınları göçüp giden, mezar taşı kalmayan, unutulmuş mezarlar kaldırılıp yerine yenileri ve hatta önce okullar, hastaneler, sonra da toplu konutlar dikilebiliyor. G.Amerika’da ise dikine mezarlar açılıyormuş mesela. Hem dinen hem de yönetimlerin de işine geldiğinden ölüler yakılıyor ve yüzlerce çekmecesi olan dolaplara da konuyormuş. Şehirde mezarlıklar da fazla yer kaplamıyormuş haliyle. Bizim gibi müslüman ülkelerin işi zor tabi bu konu da ama belki bir gün birşeyler düşünürler tabi, belli olmaz. 

Misal okuduğum ilkokul eski bir mezarlıkmış. Sonrasında şehir büyüyüp duvarlarına dayanınca şehir merkezinin dışına taşınmış. Yeni mezarlık da şimdilerde şehrin göbeğinde kaldı ya, hakkında hayırlısı diyelim. Ortaokulu da aynı okulda okudum. Tarım ve Hayvancılık adında güzel bir ders vardı ama hocası çok sıkıcıydı. Bahçede bize çamların dibindeki minik bir alanı çapalatıp ektirmişti. Güzel, koca göbekli marullarımız ve yemyeşil soğan ve sarımsaklarımız olmuştu. Ne de olsa verimli topraklar, göcüp gidenlerin organik malzemeleriyle zenginleşip yeni organikleri beslemeye devam etmekte...

Bizden geriye kalanlarla hayat devam ediyor… Biz de kayıplarımızı hafızalarımızda, eski fotoğraflarımızda ve mermer dikdörtgen kutularda yaşadığımız sürece yaşatmaya çabalıyoruz. İnsanı diğer organik canlılardan ayıran özelliklerden en önemlisi " hayata anlam yüklüyor oluşumuz " olabilir. Anlamlar yüklüyoruz, hayaller kuruyoruz, bağlanıyoruz, özlüyoruz, umut ediyoruz... Misal zeytinyağlı yaprak sarmayı annemiz gibi yapıyoruz, fotoğraflarda babamız gibi gülümsüyoruz, otuzbeşimizde sesimiz teyzemizin sesine dönüveriyor sanki, serin sabahlarda ananemizin hırkasını omzumuza atıveriyoruz. Sokakta yürürken biber dolması kokusu alınca sevdiğimiz bir arkadaşımızın annesi ve onun çiçekli tabakları geliveriyor aklımıza. İçimizden ılık bir şeyler akıveriyor. Bütün bu organikliğimizin yanında duygusal canlılarız vesselam. 

Çocukluğumda mezarlıklardan geçerken, içerideki renk cümbüşleri, kuş cıvıltıları beni benden alırdı. Bayramlarda ailecenek yaptığımız ziyaretlerden birinde, annem tatlı sert bir ifadeyle çiçeklerin ve meyvelerin koparılmayacağını söylemişti. Annem, şehir bostanlarını bilmiyordu belli ki. Şimdi bakıyorum da babanemin aynı sefalarını koparıp evde minik bir bardağa koymanın ve babannemden bahsetmemizin onun da hoşuna gideceğini düşünüyorum.

Bu gezegenden gelmiş geçmiş ve gelmekte olan tüm organiklere sevgilerle…

Kapanışı Ömer Hayyam’dan güzel birkaç satırla yapayım.

“Binlerce

Ve binlerce yüzyıl, kaç tanyeri ağardı,

ne güneşler battı! Nice bin yıl dönüyor yıldızlar! Ey insanoğlu, özenle, saygı ile bas toprağa; Ezdiğin şu küçük yığın yorgun bir delikanlının gözbebeğidir belki!”

 

 

 

 

NOT: Annemin doğduğu köyün küçük mezarlığından fotoğraf. Köylüler şehre göçtüğünden mezarlık ne büyümüş ne de taşınmış. Mezar taşları bile mermer değil, dökme beton. Sağlam kestane ağacından daha eskileri ve Osmanlı döneminden kalma taş sarıklılar da duruyor hala. Mezar taşlarındaki nahif çiçek bezemeleri hoşuma gidiyor. Hepimiz bir gün çiçek oluyoruz sonuçta:)