31 Ekim 2021 Pazar

Adanmışlık üzerine…

Çoğumuz kendimizi hayatımızdaki bir merdiven basamağından sonra çocuklarımıza, mesleğimize, ülkemize, bir kediye, köpeğe, evimize, arabamıza, inancımıza, çiçeklerimize ve şimdi aklıma gelmeyen birçok şeye adıyoruz. Merdivendeki önceki basamaklarda birçok farklı şeyi keşfediyor ve deniyoruz; kendimizi anlamlandırdığımız, işe yarar hissettiğimiz, becerebildiğimiz, bize iyi gelen ve hayata bağlayan şeyler hayatımızdaki adak konuları oluyor. İçinde yaşadığımız çağ "Canım Kendim" çağı olsa da dokumamızı oluşturan motiflerde adamak-adanmak motifi baskın olabiliyor.

Doğadaki her canlının yaşam döngüsünde önemli işlevleri vardır. Her şey işe yarar, bir şekilde yani. İnsan merkezli dünya bakışımızı bir yana bırakırsak mini minnacık mikroorganizmalar dünyadaki hayatı başlatan canlılardı mesela. O küçücük varlıklarıyla kendilerini buna adamışlardı belli ki. Kocaman balinalardan tutun da küçücük meyve sineklerine, dev Sekoya ağaçlarından pek de sevmediğimiz ayrık otlarına kadar her birinin kendini adadığı önemli uğraşları vardır. Bizim cinsimizde işler biraz karışsa da kısacık ömrümüzde kendimizi adayacak uğraşlar bulmakta diğer canlılar kadar usta sayılabiliriz. Hayatlarını ölümcül hastalıklara çare aramaya adamış bilim insanlarının, iklim krizine, eriyen buzullara, yanan ormanlara, kirlenen su kaynaklarına adayan aktivistlerin, dünyadaki çeşitli insan hikayelerinden ve olup bitenden haberdar etmeye adamış yazarların, sanatçıların, kendilerini daha mutlu, daha refahlı ülkeler var etmeye adamış siyasetçilerin, geleceğe umutla, ilimle bakan çocuklar yetiştirmeye adamış öğretmenlerin ve toplumdaki en minik parça olan ailede; mutlu, vatanına milletine faydalı çocuklar yetiştirmeye adamış anne babaların hikayelerini biliyoruz. Yine de her birimiz farklı ve biricik "Canım Kendim" olduğumuzdan, bu adanmışlık konusunda bazen hayatı kendimize dar edebiliyoruz. Oysaki bazen adanmışlık, her sene kışlık salça yapmaktan pek de zor olmayabilir...

Yolun yarısını geçiyorken tam olarak kendimi neye adamam gerektiğini henüz bulabilmiş değilim. Çünkü en olurundan bir çocuğa bile sahip değilim. Bir kedim var ama ikinci bir kedim yok. Sanki o ikinci, üçüncü kedi olmadan tam olarak adanamayacakmışım gibi hissediyorum. Küçücük evlerinde onlarca kediyle yaşayan, sokaktaki hayvanlara bakmak için evini, arabasını satan insanların hikayelerini duydukça adanmışlık bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çiçeklerim var ama onlarla konuşup şarkılar söylemiyorum, her birine bir çocukmuşçasına isimler vermedim. Sağa sola giderken de gönül rahatlığıyla komşulara, arkadaşlara emanet edebiliyorum. Bu da olmadı sanki adanmalık. Daha oldurulabilir adanmalar bulabilen insanlar, çocuklarını büyütüp yuvadan uçurunca bir boşluğa düşüyorlar, hele hele o emeklilik...Sonra torunlara düşülüyor oldurulabiliniyorsa, onlar da uçup gidince kediler, köpekler, çiçekler...Bu durum hem çok doğal, sempatik hem de biraz burkuyor yüreğimi. Anneler uzun yıllar yemek porsiyonlarını azaltamıyor, o koca tencerelerden vazgeçemiyor, babalar da eve 5 ekmek almaktan. Yavaş yavaş onların da yürekleri burkula burkula yeni adanmışlıklar ediniyorlar kendilerine. Yoksa insan kendini bir işe yaramaz hissedebiliyor. Bir kedi, köpek, çiçek sokuyor hayatına ve içi-dışı tüm yaşamı onlara adanıveriyor; "Oh!" diyor sonra "Dünya varmış!". Ama çocukları için kavanozlarca kışlık salça, yazlık reçel yapmayı da elden bırakmıyorlar. Anneannemi çok severdim, o kadar sakin ve üretken bir kadındı ki. Hiç boş durmaz, sabah kalkar ocağı yakar, ekmek için hamur mayalar, hayvanlarla bostanıyla ilgilenir, çorap örer, yama yapar, çiçeklerin kurumuş dallarını temizlerdi. Biz seviyoruz diye ekmeğin yanına simit şeklinde hamurlar yapıp atardı. Dedemi kaybedince çok yalnız kaldı, çocukları evinde de bırakmak istemedi, gezindi durdu oradan oraya. Ama o hep evim de evim dedi, haklıydı da. Çünkü ne hayatını adadığı eşi, çocukları, ne hayvanları, ne bostanı kalmıştı. Tabi o zaman çocuktum, sevdiklerinin yavaş yavaş sadece onun iyiliği için yaptığı, elinden tek tek tüm adanmışlıklarını aldığını fark edemiyordum. Yazları evinde kalır, küçük bostanında yine bir şeyler yetiştirir, bahçedeki meyve ağaçlarının mahsulleriyle elinden geldiğince reçeller, pekmezler yapmaya çabalardı çocuklarına. Çocukları da yorulmasın diye mani olurdu ya da toplaşıp gider, O'nu bir kenarda uslu uslu oturup izlemeye mahkum ederdi. Tamam hep iyi niyetten ama o salçalar, reçeller olmadan da anneannemin tüm adanmışlıkları uçup gitmiş olmuştu. Sonra da yavaş yavaş çocuklarının evlerinde bir kırlent gibi usluca oturup bir gün de uykusunda göçüp gitmişti. Geçen annemler bir sürü salça, reçel, tarhana yaptığını hepimize pay ettiğini söyledi telefonda. Yolun önceki yarısında "Annecim ya ne uğraşıyorsunuz o kadar, yoruluyorsunuz. Zaten biz yemiyoruz çok reçel meçel. Her şeyin de hazırı var hem o kadar emek, maliyete de gerek kalmadı artık." gibi şeyler söylerdim. Şimdi "Oh oh! Ellerinize sağlık!" diyorum, "Yine kim bilir ne lezzetli olmuşlardır." diyorum. Göremesem de seslerinden telefonun diğer ucunda yüzlerinde güller açıyordur diye düşünüyorum.

Ben de bu sene sirke kurdum ilk defa. Arkadaşımın annesi memleketten bir kasa elma getirmişti, kim yiyecek bu kadar elmayı deyip pay etti sağ olsun. Ah! O yerlere dökülüp ziyan olan, uçup yuvadan gitmiş çocukların burun kıvırdığı canım elmalar... Sanki tüm bu yüreği burkulup adanmışlıkları çalınmış anneannelerin ahı var şu "Canım Kendim" çağından. Çünkü yuvadan çok uzaklara gitmemizin ve artık pek de uğramıyor oluşumuzun nedeni hep "Canım Kendim" gibime geliyor.

Aynı hatalara düşmeyelim...Ben de artık her sene sirke kurayım diyorum, sonra kardeşlerime, arkadaşlarıma pay ederim. Kendimi adayacak bir şey bulmuş olurum hem:)

Canım Anneanneler, canım salçalar, canım reçeller...







17 Ekim 2021 Pazar

Renkler üzerine...

Bilimsel araştırmalara göre renk, görsel sistemlerimizin aldığı bilgiye karşı beynimizin verdiği cevapmış. Dalga boyu, frekans, enerji, çeşitli duygular, anlamlar, uydurduğumuz türlü isimlerle renkler temelde hayatta kalma savaşında faydalandığımız önemli bir rehberdir. Doğaki canlılar için renkler tehlike, beslenmek, aşk yapmak gibi basit hayati aktiviteleri gerçekleştirirken kullandıkları trafik ışıkları gibidir. İlk insanlar da muhtemelen başlarda bu kadarıyla yetinmiş ama sonraları boş vakitlerinde can sıkıntısından düşünmeye başladığında konu dallanıp budaklanmış olabilir. Yüzyıllar içinde insanlar toplumsal hayatlarını düzenlerken bilimde, siyasette, dinde, sağlıkta, eğitimde, sanatta, ticarette renklerden faydalanmış ve kendi renk dillerini oluşturmuştur. Örneğin Beyaz bir çok kültürde saflığın ve temizliğin simgesidir. Siyasette beyaz dürüstlük olmuş, dinde ruh temizliği, sağlıkta hijyen...Tarihteki kanlı savaşlarda ordular, kırmızıyı üzerlerinden eksik etmemiş; miğferlerinde, bazen yüzlerine sürdükleri boyalarda ya da taşıdıkları bayraklardaki kırmızıyla ne kadar cesur, hırslı ve güçlü oldukları mesajını düşmanlarına vermiştir. Renkleri bugün de gücün, tehlikenin, otoritenin, tarafsızlığın, asaletin, matemin, aşkın, huzurun, yaratıcılığın sembolü olarak hayatımızın her alanında kullanmaya devam ediyoruz.

Küçükken çevremdeki yaşlı insanların kıyafetlerinin niye hep grili, siyahlı, kahverengili olduğunu düşünürdüm. Elbiseler çiçekli bile olsa bu tonlarda olurdu ve gerçekte çiçekler o renklerde olamazdı. İnsanların giyidiklerinin solgunluğu gözlerinin ferine de yansırdı, enerjileri çekilmiş gibi olurdu. O zamanlar Bilim insanlarının renklerle ilgili yaptığı çalışmalardan haberimiz olamıyordu tabi. Oysaki büyüyünce küçük ve tutucu toplumlarda mahalle insanlarının yaptığı tabusal çalışmaların gündelik hayatlarımızı renklendiriyor olduğunu anlamaya başlamıştım. Televizyon ve fotoğraflarımız yıllarca siyah-beyaz olsa da hayatlarımız olabildiği kadar renkli olurdu. Yaşamın Renkleri-Pleasantville adında siyah-beyaz bir filmde de bir gün karakterlerden biri renkleniyordu. Önce kasaba bu duruma direnç gösteriyor, kötü-yanlış bir şeyler olduğuna inanıyordu. Zamanla renklerin ve renklenmenin pek de kötü bir şey olmadığını anlıyorlardı. Renklerin Yolunda adında bir çocuk kitabında ise sadece siyah ve tonlarına kafayı takan bir Kral vardı. Tüm gezegeni gücü ve hırsı ile katran karasına boyatmış ve renkleri halkına yasaklamıştı. Gezegendeki herkes o kadar itaatkar, çaresiz ve mutsuzdu ki... Neyse ki mavi etekli küçük kahramanımız renklerin peşinde cesurca bir yolcuğa çıkıp gezegeni tekrar renklendirmeyi başarmış herkes de eski enerji ve mutluluğuna kavuşabilmişti.

Gerçek dünyaya döndüğümüzde hayvanlar yemeklerine ulaşmak, tehlikeden korunmak ve çoğalmak için renklere ne kadar muhtaçsa biz insanlar için de renkler o kadar önemli aslında. Gündelik hayatımızda evde tv izlerken, AVM'de alışverişte, yeni bir iş görüşmesine giderken ya da duygusal ilişkilerimizde renklerin verdiği mesajları bazen dışarıdan farkında olmadan alıyor bazen de biz  dışarıya o mesajı bilinçli olarak verebiliyoruz. Yaşadığımız şehirlerin iklimi, mimaride kullanılan renkler bile psikolojimizi etkileyebiliyor. Mega şehirlerdeki gri-beton renginin disiplin ve düzenle ilgili kaygılardan şehir plancıları ve yöneticilerce tercih edildiğini artık biliyorsak da biz o gri pencereye hiç olmasa da yaldır yaldır kırmızı çiçekler açan bir sardunya saksısı koyup küçük hayatlarımızı renklendirmeye çabalıyoruz. Umut fakirin ekmeğiyse renkler de müzik gibi ruhumuzun gıdası ne de olsa...







Not: Yazıda bahsi geçen film 1998 yapımı Komedi/Fantastik dalında yapılmış Yaşamın Renkleri-Pleasantville filmidir.
Kitap da Dilara Duman ve Şebnem Kurtul'un yazıp resimlediği Renklerin Yolunda kitabıdır.