Az çorba içmeyi severiz, az pilav üstü kuruyu da.
Mahallede küçük temiz bir park olsa yeter deriz ya da penceremiz küçük bir yeşilliğe,
tek bir ağaca baksa. Otobüste, dolmuşta oturacak koltuk bile kalmasa
koridordaki pencere kenarında dikiliyor olmak yeter. İş olsun da gerisi gelir.
Zam yapsınlar da üçün beşin hesabı yapılmaz. Birini bulsun evlensin de, sonra
da bir çocuk yapsın. Aa sonra da o çocuğa bir kardeş illaki. Hem kardeş dünyadaki
en güzel şeylerden zaten. Sonra çocukların eğitimiydi, düğünüydü, derneğiydi hop
oluvermişsin küçükken teyze, amca dediğin saçları kırlanmış, gözlerinin ferleri
baya baya billurlaşmış, emeklilik günlerini düşleyen insanlardan biri. Olduğu
kadarıyla yetinmeyi, mutlu olmayı masallardan, anne babalarından, büyüklerinden
dinleyerek görerek öğrendi bir nesil. Sonra bir bolluk dönemi geldi ya da öyle
simule edildi, azla yetinmekten pek de mutlu olmayan çocuklar daha fazlasını
elde etmenin türlü yollarını buldu. Bir buçuk dönerlerin, duble kahvelerin, kat
kat pastaların ve yedi katlı apartmanların dönemi başladı. Katlara katlar
eklendi, nohut oda bakla sofalar yerlerini üç artı,beş artılara, dubleks
triplekslere bıraktı. Bağ bahçeler, bostanlar, mahalle parkları bir bir
otoparklara dönüştü. Çünkü gelen yeni nesil daha fazla çorba, elbise, konfor ve
daha bir sürü şeyin tadını çok beğenmişti. Tabi bir taraftan doyarken bir
taraftan aç kalmaya başladı. Ve böylece yeni bir devir, Minimalizm devri başladı.
Ludwig Mies van der Rohe minimalizmi; fakirlik, yoksunluk, eksiklik olarak değil; aksine bilinçli bir tercih; zor olanı seçip azla çok yapmak olarak ifade eder. Şimdilerde minimalizm önemli, az çorba içmek de…Bilim insanlarının fareler üzerinde yaptığı deneyler göstermiş ki, az yemek yiyen fareler diğerlerine göre daha uzun yaşıyor. Böyle olunca da az az ve türlü tuhaflıkta beslenme şekilleri ortaya çıkardık. İçimizdeki türlü açlığı türlü şeylerle gidermeye çalışıyoruz ama azar azar, yavaş yavaş. İşe yarıyor gibi görünüyor…
Bir de dünyanın yarısının tek devirle, karnı aç
olarak yirmi birinci yüzyılda yaşamını devam ettirdiği gerçeği var. Neyseki
bizler minimalist yaşamlarımızı, onların fakir köylerine çöreklenen dev
markaların imalathanelerinden çıkıp ışıklı mağazalara girince on kazan çorba
parası eden, ama onlara yine az çorba içirten eşyalarla süslüyoruz da onların da
karınları doyuyor. Ormanları, nehirleri yok olmuş pek önemli değil, karınlar
doyuyor ya azar azar, yavaş yavaş…
O yeter!
Sanki hep bir şeyleri yanlış anlıyormuşuz gibime
geliyor…İçlerindeki açlığı, boşluğu doldurmak için bir yanda milyonları olup
tüketenler, diğer yandan da boğazına kadar borç içinde olup yine de tüketenler... Bir de bunun yanında kocaman tükenmiş bir gezegen var…Ve sanki artık
zararın dönülecek bir yanı da kalmamış gibi maalesef. Yangınlar, seller, depremler,
ölümcül salgınlar…Gezegenimiz devirler ve nesiller boyu birşeyler anlatmaya çalışmış
ve biz de hep yanlış anlıyormuşuz gibime geliyor…
Yine de umut fakirin ve minimalistin ekmeği. Umalım
da biz yanlış anladığımızı yanlış anlıyoruzdur!
NOT: Bu minik plaj, mahallelinin kullanımına açık belli saat dilimlerinde. Hepi topu bu kadar ha! Etrafı hep otel ve özel mülk! Öyle olunca buralarda deniz ve plajda otelleşip özel mülkleşiveriyor. Her ne kadar Kıyı Kanunu tüm kıyılar, halkındır dese de. Hatta bazen özel mülkleşen milli parklar, koylar, ormanlar, adalar da olabiliyor buralarda...Buralar nereler mi? Danimarka'da küçük bir sahil kasabası; hani hep o yerleşilip ölene kadar yaşama hayali kurduran cinsten:)