27 Ocak 2020 Pazartesi

Azla yetinmek üzerine…


Az çorba içmeyi severiz, az pilav üstü kuruyu da. Mahallede küçük temiz bir park olsa yeter deriz ya da penceremiz küçük bir yeşilliğe, tek bir ağaca baksa. Otobüste, dolmuşta oturacak koltuk bile kalmasa koridordaki pencere kenarında dikiliyor olmak yeter. İş olsun da gerisi gelir. Zam yapsınlar da üçün beşin hesabı yapılmaz. Birini bulsun evlensin de, sonra da bir çocuk yapsın. Aa sonra da o çocuğa bir kardeş illaki. Hem kardeş dünyadaki en güzel şeylerden zaten. Sonra çocukların eğitimiydi, düğünüydü, derneğiydi hop oluvermişsin küçükken teyze, amca dediğin saçları kırlanmış, gözlerinin ferleri baya baya billurlaşmış, emeklilik günlerini düşleyen insanlardan biri. Olduğu kadarıyla yetinmeyi, mutlu olmayı  masallardan, anne babalarından, büyüklerinden dinleyerek görerek öğrendi bir nesil. Sonra bir bolluk dönemi geldi ya da öyle simule edildi, azla yetinmekten pek de mutlu olmayan çocuklar daha fazlasını elde etmenin türlü yollarını buldu. Bir buçuk dönerlerin, duble kahvelerin, kat kat pastaların ve yedi katlı apartmanların dönemi başladı. Katlara katlar eklendi, nohut oda bakla sofalar yerlerini üç artı,beş artılara, dubleks triplekslere bıraktı. Bağ bahçeler, bostanlar, mahalle parkları bir bir otoparklara dönüştü. Çünkü gelen yeni nesil daha fazla çorba, elbise, konfor ve daha bir sürü şeyin tadını çok beğenmişti. Tabi bir taraftan doyarken bir taraftan aç kalmaya başladı. Ve böylece yeni bir devir,  Minimalizm devri başladı.
 

Ludwig Mies van der Rohe minimalizmi; fakirlik, yoksunluk, eksiklik  olarak değil; aksine bilinçli bir tercih; zor olanı seçip azla çok yapmak olarak ifade eder. Şimdilerde minimalizm önemli, az çorba içmek de…Bilim insanlarının fareler üzerinde yaptığı deneyler göstermiş ki, az yemek yiyen fareler diğerlerine göre daha uzun yaşıyor. Böyle olunca da az az ve türlü tuhaflıkta beslenme şekilleri  ortaya çıkardık. İçimizdeki türlü açlığı türlü şeylerle gidermeye çalışıyoruz ama azar azar, yavaş yavaş. İşe yarıyor gibi görünüyor…


Bir de dünyanın yarısının tek devirle, karnı aç olarak yirmi birinci yüzyılda yaşamını devam ettirdiği gerçeği var. Neyseki bizler minimalist yaşamlarımızı, onların fakir köylerine çöreklenen dev markaların imalathanelerinden çıkıp ışıklı mağazalara girince on kazan çorba parası eden, ama onlara yine az çorba içirten eşyalarla süslüyoruz da onların da karınları doyuyor. Ormanları, nehirleri yok olmuş pek önemli değil, karınlar doyuyor ya azar azar, yavaş yavaş…
O yeter!

Sanki hep bir şeyleri yanlış anlıyormuşuz gibime geliyor…İçlerindeki açlığı, boşluğu doldurmak için bir yanda milyonları olup tüketenler, diğer yandan da boğazına kadar borç içinde olup yine de tüketenler... Bir de bunun yanında kocaman tükenmiş bir gezegen var…Ve sanki artık zararın dönülecek bir yanı da kalmamış gibi maalesef. Yangınlar, seller, depremler, ölümcül salgınlar…Gezegenimiz devirler ve nesiller boyu birşeyler anlatmaya çalışmış ve biz de hep yanlış anlıyormuşuz gibime geliyor…

Yine de umut fakirin ve minimalistin ekmeği. Umalım da biz yanlış anladığımızı yanlış anlıyoruzdur!




 NOT: Bu minik plaj, mahallelinin kullanımına açık belli saat dilimlerinde. Hepi topu bu kadar ha! Etrafı hep otel ve özel mülk! Öyle olunca buralarda deniz ve plajda otelleşip özel mülkleşiveriyor. Her ne kadar Kıyı Kanunu tüm kıyılar, halkındır dese de. Hatta bazen özel mülkleşen milli parklar, koylar, ormanlar, adalar da olabiliyor buralarda...Buralar nereler mi? Danimarka'da küçük bir sahil kasabası; hani hep o yerleşilip ölene kadar yaşama hayali kurduran cinsten:)