28 Ekim 2019 Pazartesi

Mantarlar üzerine...


Mantarlar şimdilerde, sonbaharın önce sakin sakin sonra delicesine yağan yağmurlarını bekler yavaştan soğumaya başlayan toprağın altında. Sonra bir bakmışsın ormanda gezinirken sevdikleri çalıların, ağaçların diplerinde bazen serpiştirilmişçesine tek tük, bazen öbek öbek bitivermişler. Mantar da doğanın birçok parçası gibi mucizevi bir şey. Şehirde yaşıyorken genellikle beton-asfalt çatlaklarında, çiçekliklerde, çocuk  parklarında, ağaç gövdelerinde, hatta rutubetli bodrum kat dairelerimizin bilumum yerlerinde, yenmeyen uzak akrabalarıyla karşılaştığımız da olur. Bizim buralarda pek rastlayamadığımız sihirlilerinin varlığını da biliriz. Mantar başlı başına sihirli bir şey tabi ama hepsi küçük mavi şirinleri gördüren ya da Alice’in harikalar diyarına bir yolculuğa çıkaran cinsten değiller.

Yeryüzünde 1.5 milyon mantar çeşidi var. Tabi tanıştığımız mantar sayısı 69 bin civarında. İnsanlık varolduğundan beri  beslenmenin yanı sıra dini ve mitolojik törenlerde, ilaç yapımında, bazen bilerek bazen bilmeyerek adam öldürmede bile kullanıldığından bahsedilir. Buddha’yı bir mantarın öldürdüğü söylentisini duymuş olabilirsiniz belki. 

Önceleri fakirin ekmeği sonra da ender rastlanıyor diye ya da afrodizyak diye zenginin ekmeği olmuş mantar. Fakirin ekmeği sözcüğünü doğadan gelen, para verilmeden temin edilen gıdalar için kullanırız genelde, birazcık da küçümseme gibi gelir bana sevmem o yüzden. Minnet duyulması gerektiğini hissettiren bir sözcük öbeği bulsak olmazmış gibi. Doğayla biraz iç içeyseniz mantar bahar mevsimlerinde illaki karşınıza çıkar, sofranıza misafir olur. Şehirli mantarlar gibi kültürlü değillerdir bunlar, üstleri başları kirli, şekilleri duruşları bir tuhaftır. Ama o lezzetleri yok mu, o lezzetleri? Yılın bu zamanlarında pazarcıların tezgahlarında boy göstermeye başlarlar. Bazen siz sormadan pazarcı amca ya da teyze nasıl pişirmen gerektiğini anlatıverir bir taşımda. Artık sen seç beğen, kavurmasını mı yapacaksın, balıklamasını mı?

Yılın ilk Çintar mantarının kavurmasını yaptım bugün. Yavaş yavaş pişerken etrafta gezinen kokusu yine Ratatouille filminde olduğu gibi hoop diye çocukluğuma götürdü beni. Haftasonları illa bir pikniğe, dağ bayır gezmeye ya da kasabanın biraz dışındaki dedemin sayasına gidilirdi yürüyerek ailecenek. Topladığımız türlü otlar ve mantarlarla bazen piknik yaptığımız yerde bazen eve dönünce annem güzel bir yemek yapıverirdi. Onlar öğrenmişti atalardan aktarılan yenilebilir otlar, mantarlar bilgisini. Bizim kuşakta 'Aman çocuğum, sen derslerine çalış!, Aman çocuğum, sen ÖSS'ye çalış!, Aman çocuğumun ayağına taş deymesin!'... Sonra sonumuz İn To The Wild! Yani o kadar trajik olmasa da bir yanımız hep cahil kalıyor hayat bilgisinde. 

Benim çizgi filmimde, annem mantarları soğanla yağda kavuruyor ve mantarlar suyunu iyice salınca bir avuç pirinç atıyor içine. Muhtemelen bereketli olsun, herkes doyabilsin diye yapıyordu bunu. Ama bilmiyordu ki restoranlarda pamuk ellerin cebe atılarak istendiği ünlü bir italyan yemeğini yaptığını. Evet evet! Annem, usta bir Mantarlı Risotta yapıcısıydı gençken. Belki de risotta da böyle yokluktan doğdu bilemiyorum. 
 
Şimdilerde hayatın her alanında bireyselleşmeyle, şehirleşmeyle güdük bırakıldığımız yönlerimizi tekrar keşfetmeye çalışıyoruz. Yapabilen tası toprağı toplayıp bir köye yerleşiyor, en baştan köylü olma eğitimleri alıyor doğadan. Bir çok tv programı yapılıyor, yereli koruyalım, sürdürülebilir tarım, ekolojik dönüşüm diye. Anadolu’nun köylerini dolaşıp çifçilerle sohbet ediyorlar, belgeseller çekiyorlar. Citta Slow, Slow Food gibi  kıymetli hareketler dünyanın tüm şehirlerine, kasabalarına, köylerine yayılıyor. Şehirlerin dışında çocuklarımıza köylülük-çiftçilik eğitimleri verilen eğitim kurumları açılıyor. Bu dönüşüm hepimize ilham olur umuyorum.
 
Ve uslu birer çocuk olabilirsek, Hayat Bilgisi dersinden geçtiğimiz güzel günleri de görebiliriz;)
 

 
 
Fotoğraf: Mantar kurabiye mantarı:)