Mantarlar şimdilerde, sonbaharın önce sakin sakin
sonra delicesine yağan yağmurlarını bekler yavaştan soğumaya başlayan toprağın
altında. Sonra bir bakmışsın ormanda gezinirken sevdikleri çalıların, ağaçların
diplerinde bazen serpiştirilmişçesine tek tük, bazen öbek öbek bitivermişler.
Mantar da doğanın birçok parçası gibi mucizevi bir şey. Şehirde yaşıyorken genellikle
beton-asfalt çatlaklarında, çiçekliklerde, çocuk parklarında, ağaç gövdelerinde, hatta
rutubetli bodrum kat dairelerimizin bilumum yerlerinde, yenmeyen uzak
akrabalarıyla karşılaştığımız da olur. Bizim buralarda pek rastlayamadığımız
sihirlilerinin varlığını da biliriz. Mantar başlı başına sihirli bir şey tabi ama
hepsi küçük mavi şirinleri gördüren ya da Alice’in harikalar diyarına bir
yolculuğa çıkaran cinsten değiller.
Yeryüzünde 1.5 milyon mantar çeşidi var. Tabi
tanıştığımız mantar sayısı 69 bin civarında. İnsanlık varolduğundan beri beslenmenin yanı sıra dini ve mitolojik
törenlerde, ilaç yapımında, bazen bilerek bazen bilmeyerek adam öldürmede bile
kullanıldığından bahsedilir. Buddha’yı bir mantarın öldürdüğü söylentisini
duymuş olabilirsiniz belki.
Önceleri fakirin ekmeği sonra da ender rastlanıyor diye ya
da afrodizyak diye zenginin ekmeği olmuş mantar. Fakirin ekmeği
sözcüğünü doğadan gelen, para verilmeden temin edilen gıdalar için kullanırız
genelde, birazcık da küçümseme gibi gelir bana sevmem o yüzden. Minnet
duyulması gerektiğini hissettiren bir sözcük öbeği bulsak olmazmış gibi. Doğayla
biraz iç içeyseniz mantar bahar mevsimlerinde illaki karşınıza çıkar, sofranıza
misafir olur. Şehirli mantarlar gibi kültürlü değillerdir bunlar, üstleri
başları kirli, şekilleri duruşları bir tuhaftır. Ama o lezzetleri yok mu, o
lezzetleri? Yılın bu zamanlarında pazarcıların tezgahlarında boy göstermeye
başlarlar. Bazen siz sormadan pazarcı amca ya da teyze nasıl pişirmen
gerektiğini anlatıverir bir taşımda. Artık sen seç beğen, kavurmasını mı
yapacaksın, balıklamasını mı?
Benim çizgi filmimde, annem mantarları soğanla yağda kavuruyor ve mantarlar suyunu iyice salınca bir avuç pirinç atıyor içine. Muhtemelen bereketli olsun, herkes doyabilsin diye yapıyordu bunu. Ama bilmiyordu ki restoranlarda pamuk ellerin cebe atılarak istendiği ünlü bir italyan yemeğini yaptığını. Evet evet! Annem, usta bir Mantarlı Risotta yapıcısıydı gençken. Belki de risotta da böyle yokluktan doğdu bilemiyorum.
Şimdilerde hayatın her alanında bireyselleşmeyle,
şehirleşmeyle güdük bırakıldığımız yönlerimizi tekrar keşfetmeye çalışıyoruz. Yapabilen
tası toprağı toplayıp bir köye yerleşiyor, en baştan köylü olma eğitimleri
alıyor doğadan. Bir çok tv programı yapılıyor, yereli koruyalım, sürdürülebilir
tarım, ekolojik dönüşüm diye. Anadolu’nun köylerini dolaşıp çifçilerle sohbet
ediyorlar, belgeseller çekiyorlar. Citta Slow, Slow Food gibi kıymetli hareketler dünyanın tüm şehirlerine, kasabalarına, köylerine yayılıyor. Şehirlerin dışında çocuklarımıza
köylülük-çiftçilik eğitimleri verilen eğitim kurumları açılıyor. Bu dönüşüm
hepimize ilham olur umuyorum.
Fotoğraf: Mantar kurabiye mantarı:)