31 Mart 2020 Salı

Büyüklerimiz üzerine...


Yaz tatillerinde köye gitmeyi iple çekerdik…O neslin sondan ikinci neferleriyiz sanırım şimdi düşününce. Köy demek türlü plansız etkinlik ve ananelerimizle (anneanne kelimesini anane şeklinde yazmayı ve söylemeyi seviyorum;), babannelerimizle ve dedelerimizle en en kalitelisinden vakit geçirmek demekti. Sıkılmaya hiç vakti olmamış o nesille, günler geçirmenin kıymetini şimdilerde daha iyi anlıyorum. Bizleri erken bıraktıkları ve büyüdükçe bizim de onlara yeterince vakit ayırmadığımız için içimdeki burukluk yıllar oldu geçmedi. 

Evde en erken ananem kalkardı, ondan sonra da ben. Önce hayattaki kerpiç ocağı yakardı. Hayata açılan üç oda ve en dipte bir kilerleri vardı kerpiç evlerinin. Evi dedemin babası yapmış, ama kerpiç evler hep çamurlu sıcak el istermiş üzerinde ve ılık bir nefes. Buna benzer bir cümleyi sevgili Cengiz Bektaş’ın bir kitabında okuyup çok etkilenmiştim, nurlar içinde uyusunlar hepsiciği... 

Sık sık hatırlıyorum; hatırlamak, yazmak unutmamak için en güzel ilaç. Unutunca gerçekten kayboluyorlar... Biz son zamanlarda çok unutuyoruz. Hayat öyle hızlı akıyor ki, ona yetişmek için biz de hızla koşuyoruz. Şöyle durup ince şeyleri anlamaya, farketmeye kimsenin vakti olmuyor-du. Alice Harikalar Diyarı’ndaki tavşan gibiydik hepimiz… Sonra bilim kurgu filmlerinde, netflix dizilerinde olan bir şey oldu. Tüm dünyanın dönüş hızını ve biz insanların da koşma hızını allak bullak eden bir şey. Önce anlamadık, inkar ettik, inanmak istemedik ama gerçekti...

Merhaba Covid-19

Covid-19 şimdilik hayatımızdan birkaç ayı ve en önemlisi de çocuklarımızın hayatlarından henüz yaşayamadıkları güzel anılarını alıp gitti. Hayatta bizim kurduğumuz güçlü-zayıf dengesi dışındaki gerçek dengeyi hatırladık bu vesileyle. Hala inamasam da, evet gerçek ve bizler de bu filmin içindeyiz…

Köydeki bir günümü hatırlamaya çalışayım şimdi. Ananem uyanır, ocağı yakar üfleyerek, öksürtür duman. Ama dedem yıllarca tütün sardığından, kronik öksürük ciğerlerindedir zaten. Çaydanlığa da çay suyunu koymayı ihmal etmez. Ama önce suyu kuyudan, bakırla ipinden sarkıtıp yukarı çekmesi ve yüklükteki suyun durduğu rafa getirmesi gerekir. Öksürüğünü duyar ben uyanırım önce, biraz ocağın yanında yerdeki minderlerde oturur, onu seyreder, kedi gibi gerinirim. Sonra " Hadi bir koşu çulluktan yumurtaları al gel!" der bana. Kapıdaki büyük terlikleri ayaklarıma geçirip evin tahta avlu kapısının telini kaldırıp üst avluya çıkarım, tavuklar ve çulluk oradadır. Şimdi hatırlamaya çalışırken sesler ve kokular içime doluyor…Evdeki kafa sayısı kadar ılık yumurtayı kazağımın eteklerine doldurur dikkatle geri dönerim. Yumurtalar haşlanır, çay demlenir, telekten çay bardakları indiririlir, kilerden peynir-zeytin, bostandan domates, biber, salatalık koparılır ve yer sofrasında büyükçe bir emayenin içine doğranır. Sofranın etrafında hepimiz diz dize oturur, çay kaşığı sesleri eşliğinde çatallarımızı domateslere, salatalıklara ve kaçan zeytinlere saplardık. Mutluluğun türlü resmi yapıldı, bu da annemin bağdaş kurmuş bacakları arasına sığdığım yaşlarda yaptığım benim mutluluk resmim…

Sofra el birliğiyle toplanıp, serilen yataklara sıra gelirdi. Yatak toplamak büyüklerin işiydi çünkü yün yorganlar ve şilteler hafif sikletlere göre değildi. Ne zaman büyüdüğümü hatırlıyorum; bir gün tek başıma yataklarımızı toplayıp yorganları üst üste yüklüğe dizebildiğim gündü o gün… Sonra avluya çıkılırdı. Sabah güneşiyle güzelce ısınılır, bir yandan da evin önündeki toprakta çıkan otlar ve sardunyaların, ortancaların kurumuş yaprakları temizlenirdi. Ama bahçeye çıkmadan ekmek hamuru da karılır ve üzeri sofra beziyle örtülürdü. Bostana doğru küçük bir yürüyüş, yemeklik birşeyler toplama... Ananem topladığı her şeyi feracesinin arkasını sırtına bohça eder taşırdı. Dönüşte de bahçedeki toprak fırın için kurumuş dallar toplanırdı. Böylece öğleni ederdik...

Ben küçükken, dedemlerin pek hayvanı kalmamıştı; satıp 5 çocuğunu evlendirmiş, paralarıyla da oğlanlara ev bile yapmışlardı. Birkaç inekleri vardı, kendilerine süt ve peynir yapacak kadar. Kızları sağma, ardından da meraya götürme zamanı gelmiştir. Bu zamanlamadan pek emin değilim, dediğim gibi bu kısımları kaçırmıştım. Ama meraya doğru olan taşlı yoldaki yürüyüşleri ve çeşme yalağını ve inek toynak izleriyle derinleşip iribaşlara bebe havuzu olmuş sarı su birikintilerini hatırlıyorum. Kızlara çeşmede su molası verir, merada bırakır eve döner, akşamüzeri de gelir alırdık. Biz büyüdükçe kuzenlerle halleder olduk bu işi. Dedem de tüm köylü erkekler gibi cami dibindeki kahvede otururdu sanırım tarlada işlerini hallettikten sonra. Hakkını yemiyim, dedem çalışkan bir insanmış, evdeki tüm tahta kaşıkları kendi oymuş ve hatırlayamadığım bir sürü şeyi mesela.

Hatıralarımı Pan’ın labirentine çevirmeden edebi anlatımıma geri döneyim:) Toprak fırın evin dibindedir, büyük odanın camının altında yine kerpiçten bir seki vardır. Ananem öğlenleri bazen orada, bazen asmanın altında, bazen de kapının iki basamaklı merdiveninde oturur birşeyler yamar ya da örürdü. Evin çeşitli yerlerinde minik yün yumakları, iğnedanlıklarda rengarenk ipli iğneler dururdu hep. Eski kıyafetleri de ya el bezi yapar ya da en sevdiğim minik kilimlere, paspaslara dönüştürürdü. Onları incelemeyi çok severdim, bir iki sıra minik çiçekli basma, devamında çizgili, peşine yeşil dallı allı morlu kumaş şeritlerini ince bir iple birbirine dikerek yaptığı kilimleri. Ya dilimlenmiş pasta görünümlü yuvarlak paspaslarına ne demeli. Ağır bir gün gibi geçse de anlatımımdan, günler, yıllar su gibi akıp geçti… Ekmekler puf puf kabardı, fırın yakıldı, korlar bir tarafa yığıldı, bir yandan tepsiye aksamın yemeği de yapılıp dizi dizi ekmeklerin yanında yerini aldı ve fırının 18 litrelik ayçiçek yağı tenekesinden yapılmış kapağı kapandı. Bu sırada belki çocuklar ikindi altı şekerlemesine yatırılmıştı ince bir çarşafın altında. Ve büyük odanın ortasında yer sofrası yeniden kuruldu, ortadaki emayede bu sefer serin bir cacıkla fırından çıkmış yemek tepsisi yerini aldı. Sofra kurulmadan ineklerin meradan döndüğünü ve karınlarının doyup uykuya çekildiklerini unutmuşum. Sonra hayattaki ocağın çevresinde yer minderlerine dizilip sohbete oturulurdu. Sohbetler gündelik konular olurdu; doğuracak hayvanlar, ekilecek bostanlar, biçilecek ekinler, evlenecek çocuklar, göçüp giden büyükler üzerine. Hatırlıyorum da hayattan, gökteki yüzlerce pırıltılı dev yıldızı  seyreder, tepedeki ağaçların arasında ışıldayan canavar gözleri görür kendi kendimi korkutup annemin arkasına gömerdim başımı, çocukluk işte…Ve ocağın ateşi azalır, sırtlara hırkalar alınır, yataklar yeniden serilir ve sıcak uykulara dalınırdı. İşmiş, sigortaymış, çocukların kolejiymiş, evin kirasıymış, bebeğin bakıcısının maaşıymış, haftasonu avm gezmeleriymiş gibi dertlerimiz yokken, bir gün tam da böyle geçermiş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde değil hem de yaklaşık 50-60 yıl önce hayatlarımız böyleymiş. Zamanın ve teknolojinin, sanayinin ve beraberinde bir sürü şeyin ilerlemesi kaçınılmazdı elbet ama onları yakalamak için koşarken biz, birçok şeyimizi kaybettik, unuttuk ve kaçırdık ne yazık ki…

Geleceğimizi pek de parlatamadığımız bu günlerde, nostaljinin yumuşak kollarına düşmeyelim de ne yapalım. Bırakınız gelsin tatlı anılarınız, hatta yerde bağdaş kurup oturun ve anlatın birbirinize geçmiş güzel günleri can sıkıntınıza inat. Ve dua etmeyi unutmadan, daha da kayıp vermeden ve büyüklerimiz çocuklarımızın tatlı anılarının baş kahramanları olabilsinler diye…Amin.
Sağlıcakla…


  Fotoğraf: Ananemlerin evi...

27 Ocak 2020 Pazartesi

Azla yetinmek üzerine…


Az çorba içmeyi severiz, az pilav üstü kuruyu da. Mahallede küçük temiz bir park olsa yeter deriz ya da penceremiz küçük bir yeşilliğe, tek bir ağaca baksa. Otobüste, dolmuşta oturacak koltuk bile kalmasa koridordaki pencere kenarında dikiliyor olmak yeter. İş olsun da gerisi gelir. Zam yapsınlar da üçün beşin hesabı yapılmaz. Birini bulsun evlensin de, sonra da bir çocuk yapsın. Aa sonra da o çocuğa bir kardeş illaki. Hem kardeş dünyadaki en güzel şeylerden zaten. Sonra çocukların eğitimiydi, düğünüydü, derneğiydi hop oluvermişsin küçükken teyze, amca dediğin saçları kırlanmış, gözlerinin ferleri baya baya billurlaşmış, emeklilik günlerini düşleyen insanlardan biri. Olduğu kadarıyla yetinmeyi, mutlu olmayı  masallardan, anne babalarından, büyüklerinden dinleyerek görerek öğrendi bir nesil. Sonra bir bolluk dönemi geldi ya da öyle simule edildi, azla yetinmekten pek de mutlu olmayan çocuklar daha fazlasını elde etmenin türlü yollarını buldu. Bir buçuk dönerlerin, duble kahvelerin, kat kat pastaların ve yedi katlı apartmanların dönemi başladı. Katlara katlar eklendi, nohut oda bakla sofalar yerlerini üç artı,beş artılara, dubleks triplekslere bıraktı. Bağ bahçeler, bostanlar, mahalle parkları bir bir otoparklara dönüştü. Çünkü gelen yeni nesil daha fazla çorba, elbise, konfor ve daha bir sürü şeyin tadını çok beğenmişti. Tabi bir taraftan doyarken bir taraftan aç kalmaya başladı. Ve böylece yeni bir devir,  Minimalizm devri başladı.
 

Ludwig Mies van der Rohe minimalizmi; fakirlik, yoksunluk, eksiklik  olarak değil; aksine bilinçli bir tercih; zor olanı seçip azla çok yapmak olarak ifade eder. Şimdilerde minimalizm önemli, az çorba içmek de…Bilim insanlarının fareler üzerinde yaptığı deneyler göstermiş ki, az yemek yiyen fareler diğerlerine göre daha uzun yaşıyor. Böyle olunca da az az ve türlü tuhaflıkta beslenme şekilleri  ortaya çıkardık. İçimizdeki türlü açlığı türlü şeylerle gidermeye çalışıyoruz ama azar azar, yavaş yavaş. İşe yarıyor gibi görünüyor…


Bir de dünyanın yarısının tek devirle, karnı aç olarak yirmi birinci yüzyılda yaşamını devam ettirdiği gerçeği var. Neyseki bizler minimalist yaşamlarımızı, onların fakir köylerine çöreklenen dev markaların imalathanelerinden çıkıp ışıklı mağazalara girince on kazan çorba parası eden, ama onlara yine az çorba içirten eşyalarla süslüyoruz da onların da karınları doyuyor. Ormanları, nehirleri yok olmuş pek önemli değil, karınlar doyuyor ya azar azar, yavaş yavaş…
O yeter!

Sanki hep bir şeyleri yanlış anlıyormuşuz gibime geliyor…İçlerindeki açlığı, boşluğu doldurmak için bir yanda milyonları olup tüketenler, diğer yandan da boğazına kadar borç içinde olup yine de tüketenler... Bir de bunun yanında kocaman tükenmiş bir gezegen var…Ve sanki artık zararın dönülecek bir yanı da kalmamış gibi maalesef. Yangınlar, seller, depremler, ölümcül salgınlar…Gezegenimiz devirler ve nesiller boyu birşeyler anlatmaya çalışmış ve biz de hep yanlış anlıyormuşuz gibime geliyor…

Yine de umut fakirin ve minimalistin ekmeği. Umalım da biz yanlış anladığımızı yanlış anlıyoruzdur!




 NOT: Bu minik plaj, mahallelinin kullanımına açık belli saat dilimlerinde. Hepi topu bu kadar ha! Etrafı hep otel ve özel mülk! Öyle olunca buralarda deniz ve plajda otelleşip özel mülkleşiveriyor. Her ne kadar Kıyı Kanunu tüm kıyılar, halkındır dese de. Hatta bazen özel mülkleşen milli parklar, koylar, ormanlar, adalar da olabiliyor buralarda...Buralar nereler mi? Danimarka'da küçük bir sahil kasabası; hani hep o yerleşilip ölene kadar yaşama hayali kurduran cinsten:)